tefekkür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tefekkür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4.10.12

İnsan ve Bilgisayar Hafızası Üzerine Bir Tefekkür

İnsan beyni bilgisayar denen aletin çok ötesinde. Çok daha kompleks. Çok daha iyi bir mimarisi, çalışma biçimi var. Kıyas kabul etmez derecede üstün. 

Buna rağmen hafıza alanında bilgisayara kıyasla son derecede zayıf. Bir bilgisayar milyolarca kitabı harfiyen hafızasına alabilirken bizler belki bir sayfayı zor hafızamıza alabiliyoruz.

İnsan beyni bu kadar üstünken, beynin bir cüzü olan hafıza fonksiyonun konusunda, genel toplamda bariz üstün olduğu bilgisayara karşı bu kadar zayıf olması diyor ki, bu iş muhakkak bir hikmete binayen! Hatta, cahilane ve gelişigüzel "bir" dediysek de; bilemediğimiz sayısız hikmetlerinin olduğu, biz cahiller için olmasada, alimler-arifler-berrak zihinler için aşikardır.

Sayısız hikmetten biri de ilim öğrenmedeki gayret olgusu olsa gerek. 

İlim öğrenmedeki gayretin de sayısız incelikleri var tabii. Bu sayısız inceliklerden aciz gözler ve bulanık akıllarla ve kuşkusuz Allahın rahmeti, dilemesi ve yardımıyla acizane görebildiğimiz on küsür tanesini aşağıda yazmaya çalıştık. İnsana kalemle yazmayı öğreten ve insana bilmediğini öğreten Allah'a hamdolsun. Daha sonra da sonsuz ilim deryasında Allah'ın dilemesi ve ihsanıyla seyrü sefer eden tefekkür gemimizin akıl yelkenlerini rahmet rüzgarlarının doldurmasıyla, dümeni rüzgara bırakarak uğradığımız, feneri nurdan incelik limanlarını, düşünce israfı olmasın diyerek, kendi nefsimizi muhattap almak suretiyle yazarak kaydettik. Bize bilmediğimizi bildiren, kendini bildirmeyi murad eden, rehberleriyle-üstadlarıyla yol gösteren, tüm mülk ve saltanatın gerçek-tek ve mutlak sahibi Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla:

1.incelik:
*İlim öğrenirken sarf edilen çaba, girişilen mücadele, o ceht ne güzel. İlim zaten güzel, ilim için harcanan gayret ise ilmin güzelliğine güzellik katıyor, adeta onu bin bir sanatın sergilendiği eşsiz bir taç ile taçlandırıyor. Eğer insan hafızası bilgisayarınki kadar kuvvetli olsaydı ilmin gayret tacı eksik kalırdı. İlim çok değerli bir ziynetinden, ve bir de onu bezenmekten mahrum kalırdı. Bir ziynete sahip olmak nasıl bir zevkin hasıl olmasına sebebiyet veriyorsa, ziyneti bezenmek de ve ziyneti bezemek de ayrı zevklerin hasıl olmasına sebebiyet verir. İlim tacını gayret pırtlantalarıyla bezeyen alim, hem pırlantalara sahip olmaktan, hem onları ihtiva eden tacı bezenmekten, hem de o pırlantalar ile eşsiz tacını bezemekten ayrı ayrı zevk alır.

2.incelik:
* Hem ilmin değeri de, Sonsuz İlim Sahibi Yüce Allah tarafından önüne koyulan hafıza ve gayret duvarıyla bir kademe daha arttırılır. Nasıl ki zor ulaşılabilen bir malın fiyatı yüksek olur, işte gayret ile de ilmin kıymeti ziyadeleşir, fazla olur. Hatta; alalade bir mala dahi zor ulaşıldığında karaborsa pazarı oluşur ve  kıymeti son derece artar, o halde hiç mümkün mü ki insanın ebedi hayatının yegane sermayesi olan ilim için harcanan gayret onun kıymetini arttırmasın? 

3.incelik:
*İlme sahip olmak için harcanan gayret ilim sahibinin değerini daha da arttırır. Zor işlerin işçisi piyasada daha az bulunur ama daha değerlidir, kıymeti işin zorluğuna göre artar. Zor bir işi halleden işçi, alalade bir işi halleden işçiden hem işçiler nazarında hem de patron nazarında daha kıymetlidir. Hele ki patron nazarında bu işçinin yeri farklıdır. Patron ona herkese göstermediği alakayı gösterir, belki herkesin giremeyeceği odasına alır, ona orada izzet ikramda bulunur.  İşte öyle de ilim sahibi değerlidir, kıymetlidir. Hemen bulunmaz, her yerde karşına çıkmaz. İlim herkesin hemen sahip olabileceği bir şey olsaydı ilim sahibinin değeri diğer insanlar nazarında da belki bu denli olmazdı.

4.incelik:
* Hem hiç mümkün müdür ki son derece kıymetli, paha biçilemez bir şey olsun da etrafında hiçbir koruması olmasın. Nasıl ki bir esnaf dükkanını bir kepenk ile, nasıl ki bir tüccar malını bir güvenlik kamerası ile, bir çiftçi bostanını bir çit ile koruyor, öyleyse ilim de unutkanlık duvarlarıyla korunuyor, ki ona layık olmayanların büyük bir kısmı ilim gibi paha biçilemez bir hazineye ulaşamasın.

İnce Bir Nokta
Evet, bir saray düşünün, etrafında hiç duvar yok, içinde işe sayısız hazineler var. Bu saraya dört bir taraftan eşkıya fütursuzca hücum etmez mi? Eşkıyalığını gizleme gereği dahi duymadan palas pandıras hazine dairesine dalmaz mı? O güzelim hazineler hiç de hak etmeyen cahil ve kaba eşkıyaların eline geçmez mi? Elbette geçer. Bu yüzden bir saray duvarsız olmaz. İlim saraylarının duvarları gayret ile örülmüştür. Zaten hiç mümkün müdür ki eşsiz bir saray olsun da eşkiyaların girmemesi için etrafına bir duvar yapılmasın. 

5.incelik:
*İlim için harcanan gayret ilimden alınan zevki arttırır. Evet nasıl ki emeksiz kazandığın bir arabayı kullanmaktansa kendi emeğinle ve alın terinle kazandığın arabaya binmek insana daha fazla keyif verir, işte gayretle öğrenilen, damla damla biriktirilen ilim de insana daha fazla keyif verir. Hatta daha fazla keyif aldıkça kişi ilme daha da fazla gayret gösterir.

6.incelik:
*Harcanan gayret de ayrı bir keyfe dönüşür. Gayret duvarları geçilirken harcanan emek, verilen tatlı mücadele ve çaba saraya girildiğinde hoş bir anıya dönüşür. Sarayda geçmişe ait tebessümle bahsedilecek bir hikaye olur. İnsan o çabayı sarf ederken ki tatlı sıkıntısını unutur, o tatlı sıkıntının tatlılığını hatırlayarak mutlu olur. 


7.incelik:
*Kimin gayret gösterip çalışacağını, kimin ise tembellik edip gaflet çukuruna düşeceğini belli eder. Evet, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Çalışacağım, ya da çalışırdım diyen her kişi çalışmaz, bu yolda gayret her kişinin harcı değildir, er kişinin harcıdır.

8.incelik:
*Gayret duvarları, ilmi dünyası için arzulayanın kederini arttırır. Onu elemli ve ızdıraplı bir meşekkate düçar eder.

9.incelik:
*Gayret duvarları, kazayla yapılacak  herhangi bir saygısızlığı, densizliği, ölçüsüzlüğü, nezaketsizliği,  kabalığı, edepsizliği ve  görgüsüzlüğü önler.

Gayret duvarları geçilirken sarayla ilgili, sarayın adabıyla ilgili malumat da edinilir. Şöyle ki, saraya kapısından girdikten sonra karşılaştığınız insanlarda dışarıdaki insanlardan farklı hal ve hareketler müşahede edersiniz. Bakarsınız ki, gelişigüzel ve başıboş değiller, belli bir edep ve görgü üzerineler. Halleri sıradan, alalade, günlük, her yerde görebileceğiniz haller değil. Seni de etkisine alan ayrı bir endamı ve keyfiyeti olan elit ve seçkin haller. Sarayda dışarıdaki nizamdan farklı, yalnızca içeridekilerce bilinen ve yaşanan hoş bir nizam var. Dikkatini çeken bu nizama sen de uymaya çalışırsın, kendi hallerini bu hallere benzetirsin. Zaten insan tabiatı-fıtratı da bunu gerektirir. Böylece sarayın adabını saray sahibinin huzuruna çıkmadan, onun sofrasına oturmadan ya da onun hazinelerinden hediyelere mazhar olmadan önce öğrenirsin, istemeden de olsa; seni utandıracak ya da saraydan kovulmana yol açacak bir harekette, bir densizlikte ve yol bilmezlikte bulunmazsın.

10.incelik:
*Asıl maksadının ne olması gerektiğini bilmeyen bir şaşkın isen saraya varmadan karşılaşacağın gayret duvarlarını geçerken aklın başına gelebilir, niyetini ve dolayısıyla da akıbetini düzeltme şansın olur. Asıl saraya girene kadar karşılaştığın sanatlı manzaralar, ulvi şahsiyetler seni irşat eder, sana üstad olur.

11.incelik:
*Gayret duvarlarını aşarken candan bir yoldaş, hoş bir arkadaş, sadık bir; belki de bin dost edinebilirsin. Hem bu arkadaş daha candan, daha kıymetli olur. Nasıl ki askerlik meşakkatinde, hayatla yeni tanıştığın dönemlerinde karşılaştığın meşakkatlerde, ya da sayısız diğer dünya meşakkatlerinde güçlüğü birlikte aştığın arkadaşın diğerlerine göre daha candan ve kıymetli oluyor ve hatta belki kardeşlik makamına terfi ediyor, işte bu gayret duvarları da sana böyle dostlar kazandırır. Onlarla kurduğun dostluğun lezzeti daha güzel olur. O yolda birlikte yürümek daha tatlı gelir.

İnce Bir Nokta
Her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. Muhakkak her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. O halde bir duvar kapısız olmaz. Ama kapalı ama açık bir kapısının, bir geçişinin olmadığı duvar yoktur. Sarayın sahibi tarafından davet edilenler, sarayın sahibinin davetçilerinden hoş bir davet alıp davete icabet edenler, saraya layık ziyaretçiler elbette bu kapıda güzel karşılanırlar, elbette hüsnü kabul ile içeri alınırlar. Yeter ki niyetleri tam olsun, akıbetleri de hayır olur.

12.İncelik
*Bir duvar kapısız olmayacağı gibi bir kapı da yolsuz olmaz. Bir kapı varsa bu kapıdan geçen bir yol mutlaka vardır. Aksi halde kapı anlamsız ve manasız olurdu. Hiçbir şeyin, en küçük bir taşın tuğlanın bile anlamsız ve abes olmadığı bu menzilde konulmuş anlamsız ve manasız bir kapının olması ise mümkün değildir. Bir taş bile anlamsız ve boş değil iken taşa göre daha büyük olan kapının anlamsız ve boş olması mümkün değildir.

13.İncelik

*Son derece büyük bir sarayın sadece bir rehberi olmaz, belki bir rehberi azamı olur. O rehberi azam kardeşlerine ve talebelerine ders verir. O rehberi azamın da kardeşleri ve talabeleri gelen geçene rehberlik eder, yol gösterir. Bu kadar yolcusunun durmadan gelip geçtiği, talibinin ve meraklısının bu kadar fazla olduğu bir sarayın da elbette bir değil birçok rehberi olur. Bir değil birçok klavuzu ve haritası olur. Onlardan hangisine uyarsan kapıyı bulursun. O rehberleri tam bir uyum içinde bulursun. Öyle ki birsinin söylediğini diğeri yalanlamaz. Kendilerini görevlendiren O Saltanat Sahibini ve O'nun sarayını ve hazinelerini anlatırlar da anlatırlar.  Hem bunun için ücret de talep etmezler.

14.İncelik
*Böylesine büyük bir sarayın rehberi, senin gibi aciz ve sefil bir yolcunun vereceği ücrete ya da bahşişe tenezzül etmez. Çünkü onu görevlendirenin hazineleri o derece çoktur ve eşsizdir ki, herhangi bir bahşişe ya da ücrete tenezzül etmek, hem ücret verme işi esas kendisine ait olan saray sahibine, hem vazifesinin yüksek makamına, hem de kendi şahsına hakaret olur. Böylesine büyük bir memuriyete mazhar olanın, layık görülüp vazifelendirilenin de böyle bir hataya düşmesini elbette akıl kabul etmez. 


15.İncelik
*Bir yol rehbersiz olmaz. Yolu yaptıran mutlaka yola rehberini, gelen geçenin göreceği tabelalarını, rehberlerini koyar. Yoksa yolun varlığı anlamsız ve beyhude olurdu. Her şeyin bir anlamının olduğu bir yerde bu kadar geniş ve uzun bir yolun anlamsız ve amaçsız olması mümkün değildir.

16.İncelik
*Bir rehber delilsiz ve işaretsiz olmaz. Rehberde, rehberin gerçekten de rehber olduğunun nişaneleri, emareleri ve delilleri gözükür. Onun hal ve hareketleri rehberliğine delildir, Sarayın Ulu Sahibi tarafından kendisine takılan süsler ve armalar onun rehberliğine delildir, rehberin öğrencilerinin şahitlikleri rehberin rehberliğine delildir, rehberin dediklerini yaparak kat ettiğin yol, aldığın mesafe rehberin rehberliğine delildir, rehberin sana gösterdiği ve hatta hiçbir ücret istemeden verdiği haritanın  saraydaki ve sarayın duvarlarındaki eşsiz sanata benzeyen ve bununla örtüşen mükemmelliği ve sanatı rehberin rehberliğine delildir. Ve hatta o klavuzu incelersen sadece onun içinde dahi sınırlı ilminle binlerce delil bulursun.

17.İncelik
*Gerçek bir klavuz seni yarı yolda bırakmaz. Bir klavuz düşün ki senin gibi aciz fakir ve kıymetsiz bir yolcunun eline verilmiş ama buna rağmen son derece kıymetli sanatlarla, inceliklerle, mucizelerle ve olağanüstülüklerle süslenmiş. O halde anlarsın ki bu derecede kıymetli bir klavuz senin gibi nispeten kıymetsiz bir yolcuya veriliyorsa seni son derece kıymetli bir yere götürecek, senin kıymetini ve şerefini son derece arttıracak ve yükseltecek, ve hatta nasıl ki klavuz seni incelikleri ve mucizeleriyle şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyorsa seni yükselteceği ve götüreceği makam da seni öyle şaşırtacak ve kendine hayran bırakacak. Öyle ki kendini seyretmekten zevk alacaksın. Eğer klavuzun seni ulaştıracağı menzil alalade, sıradan ve kolay ulaşılabilecek bir menzil olsaydı, o zaman hiç bu klavuz bu kadar mükemmel ve sanatlı bir klavuz olur muydu?

18.İncelik
*Sarayın sahibi elbette bilinmek ister. Tanınmak ister. Eşsiz ve hayret uyandırıcı sanatını ve eserlerini göstermek tanıtmak ister.

19.İncelik
*Sarayın sahibi bilinince elbette anılmak iste. Hatta bilinmesine layık bir şekilde anılmak ister. Nasıl anılmak istediğini bildirir. Rehberlerin anmasıyla da diğerleri nasıl anacaklarını anlar. 

20.İncelik
*Sarayın sahibi anılınca kendisini ananlarda kendisini müşahede etmek ister, kendisindeki güzellikleri görmek ister. Hem onların hayranlıklarında ve övgülerinde kendisini görmek, hem de onların icraatlarındaki değişimle kendisini ve kendisinin etkisini görmek ister.

21.İncelik
*Sarayın sahibi o eşsiz ve akıl almaz sanatlarını, kendi acizane anlayabilen varsa ona daha yakından göstermek, onu daha da şaşırtmak ister. O geldikçe onun bilgisini arttırır, böylece gördüklerini daha iyi anlar, anladıkça O Yüce Saltanatın Sahibinin büyüklüğünü daha iyi kavrar. Daha iyi kavradıkça onu zikretmesi ve anması daha anlamlı olur, ve elbette daha kıymetli olur, ve daha fazla olur.

22.İncelik
*Sarayın sahibi, sanatından anlayanın çoğalmasını ister. Sanat sahibi, mülk sahibi sanatını görenlerin çoğalmasını ister. Şahadet edenlerin çokluğu her bir şahidin şehadetini daha da anlamlı kılar, daha da kuvvetlendirir. Bu kadar kuvvetli bir saltanat ve bu derece büyük bir sanat elbette kuvvetli bir şehadet, yani kuvvetli bir şahitlik ve tanıklık ister. Bu şahitliğe muhtaç değildir, sanatın değeri şahitleri ile ne artar ne de azalır, ancak ve yalnızca bilinir ve hayran kalınır.

23.İncelik
*Sarayın sahibi kendisine yakışır şekilde ikram etmek ister. Ki büyüklüğü daha iyi anlaşılsın. Şüphesiz bir fakirin ikramı ile bir zenginin ikramı bir olmaz. Zenginin zenginliği ikramında gözükür, anlaşılır. İşte şu kainat sarayının, evvel ve ahir tüm sarayların Rabbi olan Yüce Allah da ikramının çokluğu ve büyüklüğü ile kendi hazinelerinin, kuvvetinin ve kudretinin çokluğunu ve büyüklüğünü gösteriyor.

24.İncelik
*Sarayın sahibi ikram etmek için davet etmek ister. Ki icabet edene daha fazla ikram etsin. 

25.İncelik
*Elbette davetini kendisini temsil eden görevlileriyle yapar. Zaten böyle büyük bir mülkün sahibinin bizzat davet etmesi belki bir davet olmaz, o büyüklük reddedilemeyeceğinden bir zaruret olurdu. Hem böylesine büyük bir mülk bizzat davet etmemeyi, davete görevli memurlar ile daveti gerekli kılar. Hiç mümkün mü ki bir devlet başkanı bir büyükelçiyi başkanlık sarayına çağırmak istediğinde bizzat giderek davet etsin. Elbette bir memurunu, bir yaverini görevlendirir. Huzura çıkma şerefine erenler ise ancak davate hüsnü icabet edenler içinden olabilir.

26.İncelik
*Görevli, görevlendirene işaret eder. Görevlinin kıyafeti, bineği, nişanları, şaşası ve güzellikleri tümüyle onu görevlendirene işaret eder. Onu görevlendirenin güzel vasıfları ilk önce memurunda görülür. Bu görülenler de bu vasıfların asılları gibi olmasa da asıllarının ufak bir kopyası, bir imitasyonu hükmündedir.

27.İncelik
*Görevli elbette bir davetiye verir. Şık bir davet davetiyesiz olmaz. Şık bir baloya ya da toplantıya bile şu ucuz ve fani dünyada davetiye hazırlanmadan tertip edilmez. Evet çok ucuzdur bu dünya, sana ucuz gözükmese de çok ucuzdur. Ucuzluğunu belki şuradan anlayabiliriz: elli sene öncesini düşünsek, uğrunda ne emekler harcanan ne meşakkatlere girilen bir araba elli sene sonra nasıl da değersiz, nasıl da ucuz bir hurda hükmünde oluyor. Evet işte bu dünya da öyle ucuzdur ancak biz değerli zannediyoruz. Böylesine ucuz bir dünya daveti bile davetiyesiz olmuyorsa, kıyası dünya ile mümkün olmayan eşsiz bir davetin elbette bir davetiyesi olacak.

28.İncelik
*Davetiye elbette davet edene işaret eder ve ona layık olur. Nasıl ki bir davetiyenin şıklığı ve kalitesi davetin verileceği yerin şıklığına ve kalitesine işaret ederse işte Kur'an-ı Kerim'in harikalığı, eşsizliği, büyüklüğü ve mucizeleri de bize davet edildiğimiz yerin muhteşemliğini, eşsizliğini, büyüklüğünü ve güzelliğini gösteriyor ve ispat ediyor.

29.İncelik
*Davete icabet etmeyene elbette öfke hasıl olur. Hiç mümkün mü ki; değersiz, aciz, fakir birisi önemli zengin ve kudretli birisi tarafından iyiliğe ve güzelliğe davet edilsin de, icabeti küçük gördüğünde öfke ve celal hasıl olmasın.

30.İncelik
*Davete gelip ikramı görüp yüz çevirene elbette daha fazla öfke hasıl olur. Evet, bunca aczine ve fakrına ve bir de üstüne üstük ikramları görmesine , rehberleri işitmesine, o eşsiz klavuzu müşahade etmesine rağmen davete burun kıvırmış bir şaşkına öfkelenmemek mümkün değildir. Bu sanki gördüklerini örtercesine inkar eder, hakikatı perdelemeye, hakikatın üzerini örtmeye çalışır. Ancak nasıl ki bir güneşin ışığı engellenemezse bir hakikatın nuru da söndürülemez.

31.İncelik
*İkram sahibinin bunca ikramına mazhar olan ama yine de ikram sahibinin büyüklüğünü anlamayıp kendini büyük görene elbette daha da fazla öfke hasıl olur. Evet, bu akılsızların da akılsızı belki rivayeten duyarak, ya da gözleriyle görerek haberdar olanlardan daha da fazla bizzat tadarak ikramı müşahade etmesine rağmen yine de büyüklük taslarsa, işte bu münafıklık da aşağıların en aşağısında olmayı ve en büyük öfke ve gazaba uğramayı hak eder. 

32.İncelik
*Elbette celal ve öfke cezayı gerektirir. Ceza da elbette öfkenin büyüklüğüne göre olur. Öfke de elbette suçun büyüklüğüne göre olur. Suçun büyüklüğünü anlamak istesen, davet edenin zenginliği ve mülkü ile davet edilen ama davete hüsnü icabet edemeyen bedbahtın zenginliği arasındaki farka bakabilirsin.

33.İncelik
*Elbette kusur ve ayıp fidyeyi, kefareti gerektirir. Belki pişmanlık gözyaşlarını, belki de pişmanlık sonrası işlerini ve gayretini bir fidye, bir kefaret hükmüne sokar, ki kendini affettirirsin. Ne de olsa acizsin, fakirsin. Eğer düşünürsen pişmanlık ve tövbe ile fidye ve kefaret en kolayı senin için.

34.İncelik
*Elbette pişman olan ile pişman olmayan bir olmaz. Pişman olup af dileyen ile kibirlenip büyüklenen bir olmaz. Elbette pişman olup af dileyen samimiyetine göre bir şefkat ve merhamet ile karşılaşır. Elbette kibirlenip büyüklenen de aslında sahip olduğu küçüklük ile büyüklenmesi arasındaki fark nispetince öfkeyi ve cezayı hak eder.

35.İncelik
*Elbette kusur sahibi bir aracıya müracaat eder, aracılık ister. Kusurunun affı için kolaylık ister.

36.İncelik
*Elbette aracı herkese aracılık etmez. Reddedilmeyi herkes için göze almaz.

37.İncelik
*Elbette kendisine aracılık edilen her kişi affa uğrayacak diye bir kaide yoktur, uğramaya da bilir. Çünkü hükmün sahibi tektir. Nasıl ki koca sarayı idare eden tektir ve bu gösteriyor ki sahibi de tektir, öyleyse hüküm de sadece O'nundur ve O dilediğini affeder, dilediğini affetmez. 

38.İncelik
*Elbette aracılığı aracılığa en layık olan yapar.

8.3.12

Dünyamızın Uzaydaki Yeri

Dünyaya hak ettiğinden fazla değer veren biz insanlar, herhalde dünyanın uzaydaki konumu ve boyutu bakımından küçüklüğüne bakıp aczimizi ve küçüklüğümüzü daha iyi anlayabiliriz. Bu koca uzay boş yere yaratılmamış. Bize, Allah'ın kudretini ve kuvvetini, bizim ise mutlak aczimizi ve küçüklüğümüzü olağanca açıklığıyla anlatıyor. Adeta ilahi bir mektup, insanın göz hizasının üzerine çivilenmiş Rabbani bir mesaj. Astronomi ilmini bilip de Allah'ın kudretinden korkmamak ve sanatına hayran kalmamak mümkün olmasa gerek. Daha Mars'a dahi gitmekten aciz olan insan nasıl olur da tüm evrenin yaratıcısı ve tek sahibi olan Allah'a teslim olmaz? Nasıl olur da hala kendi küçük makamıyla ya da parasıyla ya da eviyle ya da arabasıyla büyüklük taslar? Nasıl olur da bu büyük saltanat ve mülk sahibinin emrine girip onun gücünü arkasına almaz, onun gücüne sığınmaz. Hem o insan görmüyor mu ki Ay'ın kraterlerini, uzay taşlarının Ay'ı nasıl dövdüğünü, Ay'ı nasıl delik deşik ettiklerini, ve sonra düşünmüyor mu ki Dünya kendisi için, bir bebeğe hazırlanmış beşik gibi özenle hazırlanmış. Ay'a, gökyüzüne, yıldızlara, uzaya ne kadar da çok bakıyoruz, işaret ettiği hakikatleri ne kadar da az görüyoruz.





- Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için birçok âyetler (işaretler-dersler) vardır. (Elmalılı Meali Sadeleştirilmiş 45:3)


- Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azabından koru. Göklerde ve yerde inananlara nice dersler vardır. (Elmalılı Meali Sadeleştirilmiş 3:191)


30.1.12

Bahtiyar Tohum ile Bedbaht Tohum



Çekirdeğin ağaç olmasında ne de büyük hikmetler var. Toprak aleminde çekirdek olan, bu alemde gelişiyor, daha sonra ortam değiştirip hava alemine geçiyor. Hava aleminde büyüyor ve çiçek açıyor. Karanlık ve çetin toprağı yarıyor, yumuşak bir aleme, hava alemine çıkıyor ve bu alemde yapraklarını güneşe uzatıyor.

Toprak alemindeyken ne güneşi biliyor, ne de ılık ılık esen rüzgarın tatlılığını. Zaten bilmesi de mümkün değil. Işığı görmeyen karanlığı nereden bilsin? Ancak gayret edip başını topraktan çıkarttığında, kendisinin yaratıldığı gibi kendisine zevk veren, aynı zamanda da kendisi için birer yaşama kaynağı olan ışığın, rüzgarın, havanın güzelliklerini tecrübe edebilmekte.

Tohumun nimete kavuşması ne ile oldu? Gayret ile; ceht ile. Hem de, hem zor hem de küçük bir gayret ile. Zor, zor çünkü küçücük bir tohum için kara toprakla savaşmak çok zor! Ama verdiği gayret küçük, küçük çünkü: karşılığında sürdüğü sefanın büyüklüğünün yanında katlanılan cefa çok küçük. Bir tohum düşünün ki kara toprağı yarması bir bahar sürer, ağaç olarak sefa sürmesi onlarca, belki yüzlerce, belki binlerce bahar...

İşte insan da tohumun kara toprağı yarması gibi bu dünyayı gerisinde bırakacak ve alem değiştirecek. Karanlıklardan aydınlığa çıkacak. Toprağın sertliğinden kurtulup havanın yumuşaklığına kavuşacak. Ruhuna güneşin iç ısıtan ışıkları değecek ve ruhunu tatlı tatlı esen rüzgarlar okşayacak.

Yalnız tohum dışarı çıktığında onu sel alıp götürebilir, güneş yakabilir, rüzgar kökünden koparıp onu helak edebilir. Eğer tohum toprak aleminde, karanlıklar içindeyken az gayret gösterdiyse, köklerini yeterince geliştirmediyse, derinlere uzatmadıysa, derinleşmediyse, genişletmediyse, kalınlaştırmadıysa elbette onun yaprak açamadan helak olup gitmesi, bir köşede çürümesi, daha yeşil yaprağı ile güneşin tadını alamadan bir kenarda büyük acılar içinde kalması normaldir. Bu durumdan da herhalde rüzgarı, seli ya da güneşi suçlu çıkaramaz. Zamanında gereken gayreti göstermedin, toprağın üstünde de kimseyi suçlayamazsın. Ne kadar da yazık oldu. Karanlık içinde doğdu, az bir gayret ile çok büyük mükafat toplayacaktı. Mükafat göremedi; yeşil yapraklarıyla güneşi duyamadı. Kara toprağın cefası da yanına zarar kaldı.

Ne olurdu az bir zahmete katlanıp gerekeni yapsaydı. Ne olurdu azıcık çaba sarf etseydi. Ne olurdu azıcık düşünseydi. Ne olurdu toprağın altında gördüğü, çürüyen benzerlerinden örnek alsaydı. Ne olurdu fırsatı varken gayret etseydi? Ne olurdu?

Ne olurdu bu kadar büyük mükafatlara bu kadar yakınken bunları kaybetmeseydi?

Aman Allahım, ne büyük kayıp, ne büyük elem!

Oysa gayret gösterenler böyle mi? O bir gayret gösterdiyse, bir bahar dişini sıkıp topraktan çıktıysa, sayısız bahar nimetlerin tadını çıkardı. Bahtiyar oldu. Gölgesinde nice canlıları serinletti, meyvesiyle kim bilir kimleri mest etti. Kim bilir sabahları güneşle buluşunca nasıl mest oldu. Rüzgarda hışıldayan yapraklarıyla kim bilir arkadaşlarına neler anlattı. Ne sohbetler ettiler. Toprak altındaki günlerini kim bilir nasıl yad ettiler.


Tohum insan.
Topraktaki hayat: bu dünya hayatı.
Hava, toprağın üstü: ahiret hayatı.
Toprağın altında gösterilen gayret: insanın hak ve hakikati bulmasında ve yaşamasındaki gayreti.
Toprağın altında kökün derinleşmesi: dinde derinleşme. Kökün genişlemesi: ibadetleri çoğaltması. Kökün kalınlaşması ihlasını arttırması.
Tohumun maruz kaldığı çetin şartlar: kıyamet ve hesabın görülmesi arasındaki çetin zaman dilimi. (Ki bu zaman dilimini hazırlıklı olan rahatça atlatabilir, ama hazırlıksız olan, kökünü toprağa salamayan bir bardak suda dahi sele kapılıp boğulmuş gibi boğulur.)
Tatlı esen rüzgar, ılık güneş: Allah'ın nimetleri.
Yaprak açıp güneş ışığını alması: Allah'ın nimetlerini daha fazla duyup daha fazla zevk alacağı bir yapıya kavuşması ve bu haldeyken nimetlere kavuşması.
Sabahları güneşle buluşma: İnsanların ahiret aleminde, bazı özel nimetlerle bazı özel zamanlarda buluşması.


Peki ama; ben biraz biyoloji bilimini bilirim, bazı tohumlar vardır ki toprağa atıldıktan sonra senelerce tohum olarak beklerler. Uygun nemi, sıcaklığı, kısacası uygun bir ortamı yakalayınca gelişmeye başlarlar. Toprak altında bu kadar uzun kalmaları aslında onların karanlıklar içinde, cefalı bir dünyada çok zaman geçirdikleri anlamına gelmez mi? Hem bazı tohumlar toprakta gelişim göstermeden az kalırken bazıları da çok kalıyor. Bunu nasıl açıklarsınız?

Güzel soru ilmin yarısıdır, senin de aklına böyle güzel bir soru geliyorsa biyoloji ilmin var demektir. Ama esas olan bu ilimden hakiki ilme, hak ve hakikate ulaşmaktır. Senin biyoloji ilmindeki bilgin inşaallah Allah'ı bilmende de (marifetullah) sana yardım edecektir. Biyolojiyi biliyorsan, tohumun uygun şartlara kavuşup gelişmeye başlamadan önce cansız olduğunu, hiçbir canlılık özelliği göstermediğini ve bunda da bütün biyoloji alimlerinin ittifak ettiğini de bilirsin. Tohumun cansız iken nerede olduğunun da farkında olması mümkün değildir. Esasen hiçbir şeyin farkında değildir. Bu yüzden de herhangi bir cefaya, kedere, eleme katlanması da söz konusu değildir. Böyle bir hissiyatı yoktur. Ne zaman ki uygun ortamı bulur, o zaman canlanır, canlılık faaliyetlerine başlar, hissiyat başlar. Hissiyatın başlamasıyla kendini çetin bir dünyanın içinde bulur. Bir bahar zamanında da çimlenir, dışarı çıkar. Bu çimlenme, dışarı çıkma dönemi bitkinin tüm ömrünün küçük bir kısmını kaplar. Tohum gelişmeye başlamadan önce onda hissiyat olmadığından o dönemi de cefa ve gayret dönemine katmak yanlış olur. Tohumun ne kadar cansız toprağın altında kaldığının bi önemi yoktur, zira tohum bunun farkında değildir, farkına varması için gereken cihazlar, sensörler, organlar ya yoktur ya da işlememektedir. Tıpkı bunun gibi insan da aslında dünyaya gelmeden önce yaratılmıştır ancak uygun şartlar oluştuğunda dünyaya gelir ve bu dünyada az bir gayret göstermesi gerekir. Sonra dünyasını değiştirir, uzun olan ahiret hayatı başlar. Kabir hayatı, kıyamet, hesap, tüm bunlar ahiret hayatının ilk menzilleridir ve hazırlığı iyi olan için dayanması güç değildir. Hazırlığı iyi olmayanın köklerini koparmaya bunlar bile yeter. Kıyamet günü çetindir. Ama bu çetinlik hazırlığını yapan için susamak gibiyse; hazırlıksız yakalanan için kaynar suda haşlanmak gibidir. Hesap vermek zordur. Ama bu zorluk hazırlıklı olan için bildiği iki kısa soruya hemen cevap veren öğrencinin yaşadığı zorluk kadardır, hazırlıksız olan için ise çözümü yıllar alan matematik problemlerinin binlercesi milyonlarcası ile uğraşmak zorluğundadır. Kabir dardır. Ama bu darlık hazırlıklı olan için gözün alabildiği bir alanın darlığındadır. Hazırlıksız olan için ise kaburgaların sığamayıp birbirine geçtiği darlıktadır. İşte tüm bunların sonunda ya bir yerde zelil ve perişan olarak gün be gün kötü kokular salarak çürürsün, acı ızdıraplarla inlersin, ya da yapraklarını nimetlere alabildiğine açarak sonsuza kadar mest olursun. Rahim olan Allah'ın nimet denizinde kendini akıntıya bırakırsın.

Peki o zaman biyoloji ilmiyle değil de akıl yürütme ile şu soruyu sorsak ne dersiniz? Neden bu tohum toprağa atılarak cefaya maruz bırakılıyor. Hiç toprağa atılmasa daha iyi değil mi?

Tohum hiçbir zaman toprağa atılmasa, cansız olarak öylece kalsa, hiç o yapraklar açılır mı, hiç o çiçekler açılır mı, hiç bu kadar güzellikler meydana çıkar mı, yaşanır mı? Bu mümkün mü? Elbette bu kadar güzellikleri yaşamanın bir vesilesi olacak. Elbette çürük tohum iyi tohumdan ayrılacak. Hem o cefa sonsuz güzelliklerin anahtarı olması yönüyle güzel değil mi? O cefa, nimete kavuşulunca neşeyle hatırlanmaz mı? Sohbet konusu olmaz mı? Sefası ne hoş diyen, meğer cefası da ne hoşmuş demez mi? Zaten o cefanın ilerideki sefa yanında ne kadar küçük olduğundan  konuşmadık mı? Hem hiç bir bahçıvan düşünülebilir mi ki binbir güzelliğe gebe bir tohumunu toprağa atmayıp onu zayi etsin? Hiçbir şeyin zayi olmadığı şu düzende hiç mümkün müdür ki bu güzellik zayi olsun? Bu güzelliğin sahibi bilinmesin?

Ahiretle ilgili bir konunun dünyadaki bir olay ile bu kadar benzerlik göstermesine çok şaşırdım.

Elbette düşünen için bu şaşırılacak bir şey. Biz bunları biliyor değildik. Bunlar bize sonradan öğretildi. Bu yüzden bunlara şaşırmamız hep normal. Anormal olan bunları düşünmeyip bunlara şaşırmamak, alışkanlıklar içinde alışkanlık sarhoşu olmak. Ahiretle ilgili bir konunun dünyadaki bir olay ile bu kadar benzerlik göstermesi saşırtıcı, şaşırtıcı ama bunları yaratan bir değil mi ki bunlar benzerlik göstermesin? Bunların benzerlik göstermesi bunları yaratanın bir olduğuna işaret etmiyor mu? Aslında bu dünya, insanın ilmiyle kendisini satır satır okumasını bekleyen büyük bir mesaj değil mi?


(Al-i İmran Suresi 190. ve 195. ayetler arası. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Sadeleştirilmiş Meali:)

190-Kesinlikle, göklerin ve yeri yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde vicdanları temiz akıl sahiplerine gerçekten deliller vardır.

191-Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azabından koru.

192-Ey Rabbimiz, şüphesiz sen, kimi o ateşe sokarsan onu kesinlikle rezil ve perişan etmişsindir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.

193-Ey Rabbimiz, gerçekten biz: "Rabbinize iman edin!" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve derhal iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizleri, Sana ermiş kullarınla birlikte yanına al!

194-Ey Rabbimiz, peygamberlerinle bize va'd ettiklerini ver. Kıyamet gününde yüzümüzü kara çıkarma! Şüphesiz Sen, sözünden caymazsın!"

195-Rableri de onların dualarına şöyle icabet etti: "Kesinlikle ben, içinizden gerek erkek, gerek kadın hiçbir iyilik yapanın işlediğini boşa çıkarmam, hep birbirinizdensiniz. Benim için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, yolumda işkenceye uğrayanların, savaşanların ve bu uğurda öldürülenlerin suçlarını örteceğim. Onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Onlar, Allah tarafından tasavvur edemeyeceğiniz bir mükafata kavuşacaklar. Mükafatın en güzeli Allah yanındadır.

12.1.12

Namazda Tefekkür


İslam Ahlakı kitabında da deniyor ki: İmama uyunca, imam Fatiha’yı okurken, (Sağımda Cennet ve solumda Cehennem, ensemde Azrail aleyhisselam, karşımda Beytullah, önümde kabir ve ayağımın altında Sırat, acaba benim sualim kolay olur mu? Ettiğim ibadet, ahirette başıma taç, yanıma yoldaş ve kabrimde ışık olur mu? Yoksa kabul olmayıp, eski bez gibi yüzüme vurulur mu?) diye tefekkür etmelidir. (Miftah-ül-cennet)


8.1.12

Günah İşleyerek Sevap Biriktirmek

Zihne çarpan tefekkür poliloglarından kulak misafirlerine küçük bir demet : Günah İşleyerek Sevap Biriktirmek


- İnsanlardan niceleri vardır ki günah işlerken sevap biriktirirler.

- Kimdir bu günah işlerken sevap biriktirenler?

- Bunlar gelecekte edecekleri tövbenin sahipleridir. Kısaca tövbe sahipleridir. Bunlar hiçbir pişmanlığın fayda etmeyeceği bir günden önce pişman olup tövbe edenlerdir. Tövbe edip salih ameller işleyenlerin önceki günahları da sevaplara çevrilir.

Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.(Furkan/70)

- Günah sahibi olup da tövbe edenlere Rabbimiz sevap vaadediyor. Allah vaadine muhalefet etmez.

- Günahkarlara potansiyel sevap sahipleri olarak bakabiliriz.

- Evet ama her günahkar tövbekar olacak kadar şanslı olamayabilir. Daha tövbe edemeden ölüm ansızın onu yakalayabilir.

- O halde tövbe edip günahları sevaba çevrilen insan herhalde günahlarına sevinir.

- Günahlarından çok Allah'ın affediciliğine ve cömertliğine sevinir. Günahını dahi; kendisini Allah'a yaklaştırmaya vesile kıldığı için Allah'a hamd eder.

- Günah haddi zatında bir pislikten başka bir şey olmasa da; insanın Allah'a yaklaşmasına vesile olmuş olur o halde.

- Tövbe eden için, edebilen için öyle.

- Günah, kendisi pis olsa da güzel bir şeye vesile olmuştur. Güzele vesile olan bir şey de vesile olma yönüyle güzeldir.

- Her işte vardır bir hayır deriz ya, aslında her şeyde vardır bir hayır.

- Bize kötü gözüken şeylerde de mi?

- Sana kötü gözükse de onun bir yönü vardır ki iyidir, gün gelir seni sevindirir. Günahları sevaba çevrilenin günahları gibi.

- Senin, üstüne sıçramasın diye kaçtığın çamur gibi. Çamurun kendisi pistir ancak sen ondan kaçarak "temiz" sıfatını kazanırsın. Çamur gibi pis şeyler olmasaydı "temiz" diye bir şey olur muydu?

- Zaten "Her şey zıttıyla kaim" derler ya.

- Günah işleyenin zıttı da günahtan kaçınarak günah işlemeyendir.

- İşte günahtan kaçınanların değeri de günah işleyenler ile ortaya çıkar.

- O halde ne mutlu günahtan kaçınanlara.

- Allah bizleri günahlardan hakkıyla kaçınanlardan eylesin.

- Ahir zamanda günahlardan hakkıyla kaçınan da ne kadar az?

- Gerçekten de az. Az ise demek ki ne kadar değerli? Ne kadar kıymetli?

- Sen kendine aşırı kıymet vereceğine kıymetini arttırmaya çalışsan daha iyi değil mi ey nefsim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...