25.10.12

Kurban Bayramınız Mübarek Olsun


Arife gününün faziletleri ve zilhicce ayının ilk on gününün faziletlerini yazma fırsatımız olmadı maalesef, inşallah önümüzdeki bayrama. 

Ümmeti Muhammedin kurban bayramı mübarek olur inşallah. Müslümanların zalim diktatörler ya da zalim diktatörlerden kalma baskıcı rejimler altında ezilmediği, özgürce dinlerini ve dünyalarını mamur ettiği bayramlara ulaşmayı inşallah Allah bizlere ve çocuklarımıza nasip eder.

Bayramınız mübarek olsun. 

Aldığım bir bayram mesajını burada paylaşmak istiyorum.



"Kurban bayramınızı en içten dileklerimizle kutlar, sağlık ve esenlikler dileriz. Az kanlı, bol canlı bayramlar dileriz." yazıyordu aldığım tebrik mesajında.


Normalde bayram tebriği aldığında insanın mutlu olması lazım. Yukarıdaki tebrik mesajını aldığımda maalesef mutlu olamadım, olamadığım gibi biraz da üzüldüm. Bu mesaj şunu gösteriyor, insanlardan bazıları maalesef kurban ibadetini sadece kan akıtmak olarak görüyor. Ne kadar acı. Oysa kurban insanı Allah'a yaklaştıran ve arka planında bir çok hikmetin olduğu bir ibadettir. (Hikemtin sözlük anlamı için buraya bakabilirsiniz.) Bu konuyu dini kaynaklar çok güzel açıklamakta ve anlatmakta. Bir şey satın alacağımız zaman internetten nasıl araştırıyorsak bu konuda da işin doğrusunu aynı şekilde araştırabiliriz.

Kurban ibadetini sadece kan akıtmak zannedenlere cevapların en güzelini kitapların en güzeli veriyor: 

“Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır: Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hacc Suresi; 37)

Kurban sadece kan akıtmak olmadığı gibi sadece et dağıtmak da değildir. Bu ibadetin özü Allah’a yaklaştıran maddi bir fedakarlık ve O’nun emrine bir bağlılıktır. (Buraya bakabilirsiniz)

Bu konuda kısaca söylemek istediğim iki şey daha var.. 

Orta okulda bir öğretmenim diyordu ki :"Ben hayvanın kesilmesini istemiyorum, onun yerine bağış yaparım" Bu da son derece yanlış bir düşünce. Bu şekilde düşünen varsa hemen belirteyim: Din İşleri Yüksek Kurulu, kurban kesmek yerine bedelinin muhtaç kişilere ya da ilgili kurumlara verilmesiyle kurban ibadetinin yerine getirilmiş olamayacağına karar verdi. Bağış ayrı bir şey; bu tür bir bağış dini kaynaklarda sadaka olarak geçer, kurban ise apayrı bir şey.

Bir de vekaletle kurban kestirebildiğin bir takım vakıflar var. Burada özellikle geçen sene çok sık rastladığımız bir durum vardı. Bazı vakıflar bağışçılara soruyordu, kesimli mi kesimsiz mi? Bu zihniyetteki bir vakfa kesinlikle kurban vekaleti verilmemelidir. Çünkü kesimsiz kurban diye bir şey olmaz, onun adı olsa olsa sadaka olur. Sadaka ile kurbanın farkını bilmeyen bir kişi veya kuruma kurban kesimindeki dini gereklilikleri yerine getirip getiremeyeceği konusunda güvenilemez. Bu soruyu soran vakıflara bence güvenilip de vekalet verilmemeli.  2009'da kesimsiz bağış toplayan bazı vakıfların, kesimli bağışların bir kısmını eline yüzüne bulaştırdığını hep birlikte gördük. Dini hassasiyetini gördüğünüz vakıflara vekalet vermeniz çok daha hayırlı olacaktır. Örneğin İHH, Cansuyu, Deniz Feneri gibi dernekler dini hassasiyetleri olan dernekler olarak öne çıkmaktadır. Kimse kör değil, milletimiz artık gelişen iletişim teknolojisiyle daha da bilinçlendi, o yüzden; dini hassasiyeti olmayıp da kurban toplayan dernekleri tek tek zikretmeye, malumu ilana lüzum yok.

Diğer taraftan, bu ibadeti bankadan havale yapmak düzeyine indirmek de hoş değil. Uğraşacak durumun, vaktin, imkanın olmaz; o zaman başka. Şüphesiz dinimiz insana pek çok kolaylıklar sağlamış. Ancak insanın gücü yetiyorsa bu işi kendisinin yapması daha güzel, daha doğru. Bunun yanında imkanı olan Somali'ye, Arakan'a ya da adını dahi bilemediğimiz ama müslümanların Allah Allah dedikleri memleketlere de kurbanını ulaştırabilir, herhalde şu mübarek günde bu kadar güzel başka bir şey olmasa gerek.

Buraya doğru bildiklerimi ve doğrusunu merak edip araştırdıklarımı yazdım, Allah kusurlarımızı affetsin..

Bayramınız mübarek olsun..

18.10.12

Milli Güvenlik ve Din Kültürü Dersleri

Milli güvenlik derslerini genç ve saf bir öğrenci olarak çok severdim. Çünkü değişik bir dersti. Bir kere her şeyden önce sınıfa farklı birisi girerdi, üniformalı birisi. Okuldan olmayan birisi. Çok değişik gelirdi, değişik olduğu için de eğlenceli...

Hamdolsun artık bu dersi sivil öğretmenler veriyor.

O zamanlar gördüğüm bu manzara aklıma şu soruyu getirdi: Madem Milli Güvenlik dersine bir asker, örneğin bir albay giriyor da,  Din Kültürü dersine bir imam girmiyor?

En azından ayda bir de girebilir.

Hatta ders en azından ayda ya da iki ayda bir uygulamalı olarak camide de verilebilir.

Örneğin lisede resim öğretmenimiz bizi manzara resmi çizmemiz için göl kenarına götürmüştü, Din Kültürü öğretmeni de neden öğrencilerini camiye götürmesin ki?

Hem biliyoruz ki liseye gelip de daha caminin içerisinden adımını atmamış, o atmosferi hiç yaşamamış o kadar çok sayıda genç kardeşimiz var, onlara da hoş-güzel tecrübe olur.

Belki anlatmakla bitiremeyeceğimiz sayısız faydasının olacağı kanaatindeyiz. Talep ediyoruz. Duyurulur.

Bunlar ufak tefek şeyler, ama bu ufak nüanslara bile o kadar muhtacız ki, tarifi mümkün değil.

Dip Not: "Aman laikliğe aykırı olmasın" diyen çıkarsa peşinen söyleyelim, Din Kültürü dersindeki teorinin bir uygulamasından, tabiri diğerle pratiğe dökülmesinden ibaret olan bu olayın laikliğe aykırı olması akla aykırıdır, çünkü "dinin teoriden pratiğe dökülmesi laikliğe aykırıdır" demek "oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek laikliğe aykırıdır" demek gibi birşeydir. Nitekim din kültürü teoriden ibaret değildir, hayatın içine nüfuz etmiş, pratikteki uygulamaları yaşamımızı kuşatmıştır. O ne güzel kuşatmadır! Neticede teorisi öğretilirken laikliğe aykırı olmayan bir şey pratiği öğretilirken-icra edilirken de laikliğe aykırı olmaz, olamaz. Hem bir öğrenci Ramazan'da okula oruçlu gelip gitse hiçbir akıl sahibi bunun için laikliğe aykırıdır diyemez, Din Kültürü dersinde de uygulama olarak bir camii ziyareti bu bağlamda öğrencinin okulda oruç tutması nevinden bir fiildir, fazla abartılacak, öyle bir bardak suda fırtına kopartılacak bir tarafı yoktur. Peşinen belirtelim.



17.10.12

Fatih Sultan Mehmet Han'ın Laneti ve Ayasofya

Fatih, yaklaşık 800 sene öncesinden peygamber iltifatına mazhar olmuş eşsiz bir insandır. Onun laneti elbette içimizden alelade birisinin laneti gibi değildir.


"CONSTANTİN ELBET BİR GÜN FETH OLUNACAKTIR ONU FETH EDEN ASKER NE GÜZEL ASKER ONU FETH EDEN KOMUTAN NE GÜZEL KOMUTAN...(HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V) )



Evet acaba neden lanet etmiş Hz. Fatih? Kime lanet etmiş? Ne yapmışlar da lanet etmiş?



Fatih'in laneti; bir şehir efsanesi, bir söylenti, ya da bir masal değildir. Tarihi bir gerçektir. İnkar edilemez. İspat edilebilir. Fatih Sultan Mehmet Han'ın vasiyetnamesi Osmanlı arşivlerinde mahfuzdur, isteyen açar bakar, ya da orjinalini internetten de araştırıp bulabilir.



Ah resmi tarih, ahh!! Bizi nasıl da kandırdın senelerce, utanmadan. Ecdadımızdan soğuttun hayasızca, arsızca. Aldattın, saf yerine koydun. Neyse ki arşivler var, neyse ki kütüphaneler var, neyse ki yalnızca hakikati ve gerçeği kovalayan hakka ve hakikate aşık insanlar, gayretkeşler var, neyse ki tek derdi ünvan makam mevki maaş olmayan tarihçiler var, neyse ki internet var, televizyon var, radyo var, gazete var. 100 televizyon batıl yayın yapsa da hak ve hakikati yayınlayan 1 televizyon batılı yenmeye yeter.



Şimdi gelelim lanet kısmına. Laneti Hz. Fatih'in mübarek ağzından dinleyelim.



“Kim ki bâtıl gerekçelerle bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse, vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın.” (A. Akgündüz, S. Öztürk, Y. Baş, “Kiliseden Müzeye Ayasofya”, OSAV: 2006, s. 141-2.)(Not: Aslı Arapça olan vakfiyenin nüshaları Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde, Topkapı Sarayı ile Türk ve İslam Eserleri müzelerinde mevcut)


Lanet kısmından sonra şimdi de gelelim Ayasofya'yı kimin camiiden müzeye çevirdiğine. 1934′te bir Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya Camii hukuksuz bir biçimde müze yapılmıştır. Neden mi hukuksuz? Esastan ve şekilden mevcut kanunlara aykırılık olduğu için hukuksuz. Bu hukukçuların işi. Onların işini onlara bırakıyoruz, tabii bu işi kurcalayacak cesareti olan bir hukukçu varsa  bilhassa ona. Konunun tafsilatı için bu linlke bakabilirsiniz.



Evet bunlar gerçekler. Bazen gerçekler insanın başına iş açabilir, insanın rahatını bozabilir. Ama olsun, gerçekleri söyleyecek cesareti gösteremeyecek bir korkak olmaktansa, ne pahasına olursa olsun hakkı, hakikati ve hakkaniyeti savunan birisi olmak kıyas kabul etmeyecek derecede üstündür, iyidir. Bu memlekette Ayasofya'nın tekrar camii olmasını isteyenlerin Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılandığı dönemlerin üzerinden daha çok da fazla zaman geçmiş sayılmaz. Yine de, güneş balçıkla sıvanmaz, bir nuru hiçbir batıl örtemez, kapatamaz.

Konuyla ilgili benzer bir yazımız: Ayasofya'da Kadir Gecesi






BAŞBAKANLIK’A AYASOFYA’YI CAMİ YAPMASI İÇİN E-MAİL YOLLUYORUZ SENDE KATIL… BAŞBAKANLIK ÖZEL KALEM ozelkalem@basbakanlik.gov.tr BAŞBAKANLIK İLETİŞİM MERKEZİ (BİMER) bimer@basbakanlik.gov.tr ALTTAKİ METNİ KOPYALAYIP YOLLAYIN ÜSTTE VERDİĞİMİZ 2 ADRESE YOLLAYIN: BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM; FATİH’İN MİRASI AYASOFYA CAMİ OLSUN Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fettiği zaman Ayasofya kilisesinde fethinden hemen sonrasında şükür namazı kılmış ve ardından Ayasofya Kilisesi camiye çevrilerek Ayasofya Camii adını almıştır. Şu önemli noktaya dikkatinizi çekerim ; Fatih Sultan Mehmet Han şöyle demiştir ; '' Ayasofya'yı kıyamet kopana kadar cami vakfı olarak ilan ediyorum , eğer onu kim ibadete kapatırsa bütün insanlığın laneti onun üzerine olsun.Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. '' demiştir. “Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: ‘İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.’ Peygamber efendimiz (s.a.v)'in övgüsünü almış olan Fatih Sultan Mehmed'in, cami yaptığı Ayasofya'yı kapatıp müzeye çevirmek çok büyük bir yanlış ve bu yanlışdan dönmenin artık tam vaktidir. 29 Mayıs 2013'de İstanbul'un fethinin 560. yıl dönümünde Fatih'in torunları olarak yıllar sonra Ayasofya'daki ilk namazımızı kılalım. Ayasofya'yı cami yapmanın tam sırasıdır. Ülkemizin her ortamda güçlendiği şu dönemde Fetih ruhunu yeniden canlandırmak için Ayasofya'nın cami yapılmasını tüm İslam dünyası için başbakanımızdan istiyorum.


16.10.12

Diyanet Gönüllüsü - Gönüllü İmam - Gönüllü Müezzin

İşletmelerde en büyük maliyet kalemi genel-geçer bir kaide olarak emektir.

Bu işin kitaplarında böyle yazar.

Hele ki emek yoğun bir sektörde, maliyetin çok çok büyük bir kısmı emektir. Örneğin bir mimarlık bürosunda ya da bir yazılım firmasında...

Her ne kadar din hizmetleri yukarıda saydığımız işlerden çok farklı olsa da, devlet açısından olaya maddeci bir gözlükle baktığımızda durum yine aynıdır. Diyanet İşleri Başkanlığında en büyük maliyet kalemi olarak din görevlilerine verilen maaşlar görülür.

Maaşlar mesleğin kutsiyetine yakışmamaktadır, zaten ne maaş verilirse verilsin, o kutsi insanların verdikleri aziz hizmetin karşılığı olması mümkün değildir. Ancak, şu da bir gerçek ki maaşlar yetmemektedir. 

Maaşlar bu kadar düşük olduğu halde, toplu olarak düşünüldüğünde devletin kasasına gözle görülür bir yük getirmekte.

Din görevlilerinin yaptığı işi, bu işin maddi değil de manevi kazanç tarafını önemseyen pek çok kişinin bilaücret yapabileceklerini tahmin etmek zor değildir. 

Caminin elektrik parası, su parası, ısınma parası  cemaat tarafından karşılanıyor da, din görevlisi hizmeti neden gönüllüler tarafından karşılanmasın. Hem bu gönüllülere her camide olan cami derneği tarafından para toplanarak bağış da yapılabilir. Gerek cemaatten gerekse çevredeki esnaf ve iş adamlarından din görevlisinin geçimini üstlenecekler de çıkabilir. 

İşte öneri: Gönüllü kişi Diyanet'e başvurur ve bir yeterlilik sınavına tabii tutulur. Yeterli görülen gönüllüye icazet verilir. Gönüllü, görev yapmak istediği caminin  cami derneği ile anlaşır ve müştereken Diyanete başvururlar. Diyanet de uygun görürse gönüllü göreve başlar. Diyanet müfettişlerince de belirli aralıklarla denetlenirler. 

Bu sayede hem devlet din görevlisine ödediği maaşlardan doğan masrafı bir nebze azaltabilir, ya da buradan sağlayacağı kar ile din hizmetini daha da genişletebilir, yani örneğin İngiltere'ye bir din görevlisi fazla gönderir, hem de gönüllülere büyük bir manevi kazanç kapısı açmış olur.

Yeterlilik sınavı güzel tertip edilirse ve denetimler de iyi yapılırsa bir sakıncalı bir durum da oluşmaz. Gönüllülerin bir taraftan açıköğretim fakültelerinin ilahiyat bölümlerinden mezun olmaları da sağlanabilir.

Hatta gönüllülük sistemi geliştirilebilir. Örneğin bir caminin 5-6 gönüllüsü olur, bu gönüllülerin içlerinden bir başkan ve bir başkan yardımcısı seçilir, haftanın belli günlerinde belli vakitlerde kimin din hizmeti vereceği belirlenir ve belli bir program dahilinde din hizmetleri yürütülebilir. Örneğin bir işçi kardeşimiz pazar günü gönüllü olur, bir emekli kardeşimiz pazartesi, bir berber kardeşimiz salı vb.

Zaten bazen din görevlilerinin olmadığı camilerde bu işler oluyor, cemaatten gönüllü bir imam öne geçiyor, birisi de müezzinlik yapıyor. Getirilen öneriler zaten uygulanmayan, denenmemiş, akla uzak öneriler değildir. Sadece bu işin belki yeterlilik sınavıyla, denetimle, daha yaygın ve verimli bir şekilde yapılmasını tavsiye ediyoruz.

Temel yaklaşım, milletin din hizmetlerini daha az maliyetle daha yaygın ve etkin bir şekilde görmek olmalıdır.

Örneğin yardım kuruluşlarında görüyoruz, çok sayıda gönüllü örgütlenerek güzel hizmetler yapıyorlar, güzel işlere imza atıyorlar. Diyanet'in neden gönüllüleri olmasın ki? Bir gönüllü imam, bir gönüllü müezzin, bir gönüllü vaiz neden olmasın? Yeterliliği varsa elbette olabilir. Örneğin bir yardım kuruluşunda bakıyorsunuz bir mühendis hafta sonları lojistik şefi olarak çalışıyor, gönüllü lojistikçi oluyor. Eğer yeterliliği varsa bir doktor da gönüllü müezzin olabilir. Bu sayede açık olan başka bir camideki müezzin açığı dolabilir. İnsan kaynağımız daha verimli kullanılmış olur.




8.10.12

Habib'i Acemi'nin Tevbesi - Bir Kıssa Bin Hisse




Bazen ebedi saadetimiz için Allah bahaneler halk eder.

Sonra da o bahanelerle bizim kendi ipine sarılmamızı sağlar.

Çoğu zaman o bahaneler bile unutulur da onun yoluna can baş koyanlar, her şeyiyle ona yönelenler asla unutulmaz. İşte buna bir misal.

Hasan-ı Basri Hazretlerinin talebelerinden Habib-i Acemi Hazretleri önceleri çok zengin birisiydi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi.

Bir gün evinde tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve "Allah rızası için bir sadaka " dedi.

Habib onun yüzüne bile bakmadan kapıyı kapattı, o fakiri mahzun edip geri çevirdi. Kendisi sofraya geri döndüğünde yemek kabının içinin kanla dolduğunu gördü.

Devamı videoda...



6.10.12

İlahiyat Ders Materyalleri

Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi İlahiyat Önlisans Programının 1. Sınıf 1. Ünite dersleri pdf formatında aşağıdadır. Bu site herhangi bir kar amacı gütmediğinden telif hakkı gözetmeden buradan yayınlıyoruz, ticari amaçlı olmadığı sürece isteyen istifade edebilir. Diğer üniteleri de ilerleyen dönemlerde yavaş yavaş yayınlayacağız inşaallah.

Aşağıdaki pdfleri bilgisayarınıza kaydetmek isterseniz açılan pencerede sağ tıklayıp "farklı kaydet" demeniz yeterli olacaktır.

Arapça pdf'i içerisinde seslendirme de vardır. Bu yüzden boyutu diğerlerine oranla biraz daha büyüktür.



ARAPÇA  - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH-İLH1001-Ünite 1-Sesli.pdf

İlk Dönem İslam Tarihi - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH1003-Ünite 1.pdf

İslam Ahlak Esasları - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH1005-Ünite 1.pdf

İslam İbadet Esasları - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH1007-Ünite 1.pdf

İslam İnanç Esasları - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH1009-Ünite 1.pdf

İslam Sanatları Tarihi - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/İLH1011-Ünite 1.pdf


Temel Bilgi Teknolojileri I - Ünite 1
http://www.kaabalive.net/indirDiger/ilahiyatonlisansdersleriHafta1/BİL1001-Ünite 1.pdf




5.10.12

Demokrasi Tarihimizin 3. Dönemi Hayırlı Olsun

Bugün Türkiye 1993 senesini sorguluyor. Evet, er geç sorgulanacağı açıktı. 2012'ye nasip oldu.

2 sene önce bu konu ile ilgili 1993 Yılını Anlamak başlığıyla bir yazı yayınlamıştık. Bazı şeyler ortadadır ancak konuşmak her zaman mümkün olmaz. Ancak artık durum değişiyor ve daha da değişecek gibi gözüküyor. Türkiye konuşuyor, Türkiye yargılıyor.

Türkiye Cumhuriyeti demokrasi tarihinin 3. dönemine girdiğimizi görüyoruz. ( 1. dönem Tek Partili, Milli Şefli dönem, 2. dönem darbeli-kesintili-askeri vesayetin kol gezdiği sözde demokrasi dönemi, 3. dönem ise darbecilerin yargılanabildiği, bunlara karşı sinmeden hesap sorulabildiği dönemler olarak tanımlanabilir. ) 4. dönemde ise Allah nasip ederse kimse darbeye cesaret bile edemeyecek, her şey olması gerektiği gibi olacak ve milli egemenlik tam olarak sağlanacaktır. İnşallah o Türkiyede de en kısa zamanda yaşama zevkine erişiriz.

3. dönemde, 4. dönemin bir hazırlığı olarak bir hesaplaşma ve aydınlatma dönemi yaşanacaktır ve yaşanıyor da. Geçmişin karanlık noktaları ve ilişkileri bir bir deşifre ediliyor, kamuoyuyla paylaşılıyor. Zaten 2023-2053-2071 hedeflerine geçmişin karanlıkları aydınlatılmadan ve geçmişin meseleleri halledilmeden kararlı ve hızlı bir şekilde yürümek mümkün olmaz. Kesintilerin, duraklama ve aksaklıkları olmaması için eskinin ayak bağı olmuş meseleleri halledilmeliydi. Allah'a şükürler olsun ki içinde bulunduğumuz süreçte hallediliyor.

Zaten rüzgarı arkamıza almışız, konjonktür yakın tarihte hiç olmadığı kadar Türkiye'nin lehine dönmüş vaziyette. İç meselelerimizi ivedilikle halledip siyasi birliğimizi bir an önce tam olarak ve gerçek manada sağlarsak, Güney Kore'nin 15-20 senede kat ettiği mesafeyi, belki daha da ilerisini önümüzdeki 15-20 senelik sürede kat etmemiz işten bile değil.
Evet yeter ki demokrasimizi oturtalım ve meselelerimizi yeni meseleler ortaya çıkartmadan halledelim. Gerisi kendiliğinden gelecek. Siyasi birliğini sağlamış bir Türkiye'nin, Güney Kore'nin yakaladığı başarıyı da geçecek bir başarı sergileyeceği bugün feraset ve fetanet sahibi, ön yargısız, dar kalıplara kendini hapsetmemiş özgür dimağlarca açıkça görülmektedir.

Siyasi birlik demek bir partinin %50 ya da %60 oy ile tek başına iktidar olması demek değildir, siyasi birlik bu partilerin kapatılmaması, başbakanlarının idam edilmemesi, demokrasiye ince ayar verilmemesi demektir. Siyasi birlik demek dağlarda beyni yıkanmış kendini akıllı ve entel zanneden maceracı, kandırılmış, insanlıktan çıkmış kuklaların gezmemesi demektir. Siyasi birlik demek üç beş çapulcunun aydın öldüremediği bir huzur ve güven ortamı demektir. 


Kim ne derse desin, siyasi birliğimizi sağlama yolunda ilerliyoruz, ve bu millet de bunu görüyor. Yüce milletimiz, toplum mühendisliği yaptığını zanneden bazı "sivri zekalı", kendini beğenmiş, vizyonsuz ve ahlaksız insanlardan çok daha zeki, çok daha ileri görüşlü. Bunu da ispat etti, ve edecektir de. 


Aydınlık gelecekler bizlerin olacak, ve bu sefer dünyayı kılıçla değil ilimle feth edeceğiz.




O'nun İçin (Beni Arzu Eden Bana Kavuşur)





Bir kış günüydü soğuktu. İnsanın soğuğu dışarı çıkmadan donacak kadar soğuk. Bırakın böyle havada dışarı çıkmayı yürümek insanın evinin yolunu bulması bile zordu. Gerçeği sert bir rüzgar esmiyordu, kar tipi sallanmıyordu ama soğuk nedir bilmeyen memleket için damarlardaki kanın akışını yavaşlatacak kadar soğuk vardı.

İşte böyle bir havada mecusinin biri, soğuktan olmazsa, açlıktan kırılıp ölecekleri aşikar olan güvercinler için dışarıya çıkmış soğuğa aldırmadan kuşları yemlemeye devam ediyordu. Kuşlarda onun etrafını sarmış annesine koşan çocuk gibi pır pır ederek mutluluklarını ilan ediyorlardı.

Ne var ki bu soğukta dışarıda sadece mecusi değildi. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleride dışarıya çıkmış yüreğini yakan aşk ateşini karın ve soğunun hafifleteceğini düşünerek tefekkür halinde yürüyordu. Kuşlara yem atmakta olan bu mecusiyi görünce, mecusinin kuşlara duyduğu merhameti ona duyarak yanına dostça yaklaştı.

Mecusiye:
- Yaptığın bu davranış Allah'ın ahlakıdır. Merhamet Allah'ın sıfatıdır. Ama gel gelelim, bunların Allah katında makbul olabilmesi için ilk şart imandır. İman olmadıktan sonra fıkratının bu güzel hiçbir işe yaramaz. Seni cehennemin ateşinden koruyamaz. Çünkü Allah katında din İslam'dır.

Mecusi mahsun bir kabul haliyle:
- Bende biliyorum ki yaptığımın bir faydası yoktur. Ama Allah bu yaptığımdan habersiz midir? Beni görmez bu halimi bilmez mi?

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri:
- Elbette görür bilir, ona muhal yoktur, deyince.
- O zaman faydaya ne hacet O'nun beni bilmesi görmesi yeter, dedi ve yaptığı işi yapmaya devam etti.

Aradan geçen nice yaz ve kıştan sonra bir hac mevsimi Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tavaf etmek için Beytullah'a yaklaştığında birinin ellerini semaya kaldırmış haliyle bütün kalbini semaya uzatır gibi içten göz yaşlarıyla devam ettiğini görür. Öyle ki onu görenler içlenmekten göz yaşalarını akıtmaktan kendini alamaz. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri biraz yaklaşıp kim olduğunu dikkat edince bu kişinin soğuk kış günü kuşlara yem vermek için dışarı çıkıp, kuşları yemleyen mecusi olduğunu görür. Yanına yaklaşarak onu kolundan yakalar. Bir an göz göze gelirler. İkiside birbirinri tanır.

Mecusi Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin kulağına eğilerek:
"İşte Allah gördü ve bildi. Bundan başka ne fayda olur." dedi ve orada kelimeyi şahadet getirerek can verdi.

O ruhunu yeni teslim etmişti ki hafiften bir ses geldi ve sadece Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin kulağında yankılandı:
"Ey Cüneyd! Sen benim beytimi hayal ederek geldin ve beytime kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi ve bana kavuştu."

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri yapılan her şeyin O'nun rızasını da aşarak sadece onun için, onun aşkı için yapılması gerektiğini anlamıştı. Zad'a kavuşan sıfatlara takılır mı?
Ve Cüneyd, ömrünün sonuna kadar ne yaptıysa O'nun için yaptı.

4.10.12

İpin Sırrı (Abdulkadir Geylani Hazretleri)







Embeded kodu:

<iframe width="560" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/-cp05ec-SRI?rel=0" frameborder="0" allowfullscreen></iframe>

İnsan ve Bilgisayar Hafızası Üzerine Bir Tefekkür

İnsan beyni bilgisayar denen aletin çok ötesinde. Çok daha kompleks. Çok daha iyi bir mimarisi, çalışma biçimi var. Kıyas kabul etmez derecede üstün. 

Buna rağmen hafıza alanında bilgisayara kıyasla son derecede zayıf. Bir bilgisayar milyolarca kitabı harfiyen hafızasına alabilirken bizler belki bir sayfayı zor hafızamıza alabiliyoruz.

İnsan beyni bu kadar üstünken, beynin bir cüzü olan hafıza fonksiyonun konusunda, genel toplamda bariz üstün olduğu bilgisayara karşı bu kadar zayıf olması diyor ki, bu iş muhakkak bir hikmete binayen! Hatta, cahilane ve gelişigüzel "bir" dediysek de; bilemediğimiz sayısız hikmetlerinin olduğu, biz cahiller için olmasada, alimler-arifler-berrak zihinler için aşikardır.

Sayısız hikmetten biri de ilim öğrenmedeki gayret olgusu olsa gerek. 

İlim öğrenmedeki gayretin de sayısız incelikleri var tabii. Bu sayısız inceliklerden aciz gözler ve bulanık akıllarla ve kuşkusuz Allahın rahmeti, dilemesi ve yardımıyla acizane görebildiğimiz on küsür tanesini aşağıda yazmaya çalıştık. İnsana kalemle yazmayı öğreten ve insana bilmediğini öğreten Allah'a hamdolsun. Daha sonra da sonsuz ilim deryasında Allah'ın dilemesi ve ihsanıyla seyrü sefer eden tefekkür gemimizin akıl yelkenlerini rahmet rüzgarlarının doldurmasıyla, dümeni rüzgara bırakarak uğradığımız, feneri nurdan incelik limanlarını, düşünce israfı olmasın diyerek, kendi nefsimizi muhattap almak suretiyle yazarak kaydettik. Bize bilmediğimizi bildiren, kendini bildirmeyi murad eden, rehberleriyle-üstadlarıyla yol gösteren, tüm mülk ve saltanatın gerçek-tek ve mutlak sahibi Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla:

1.incelik:
*İlim öğrenirken sarf edilen çaba, girişilen mücadele, o ceht ne güzel. İlim zaten güzel, ilim için harcanan gayret ise ilmin güzelliğine güzellik katıyor, adeta onu bin bir sanatın sergilendiği eşsiz bir taç ile taçlandırıyor. Eğer insan hafızası bilgisayarınki kadar kuvvetli olsaydı ilmin gayret tacı eksik kalırdı. İlim çok değerli bir ziynetinden, ve bir de onu bezenmekten mahrum kalırdı. Bir ziynete sahip olmak nasıl bir zevkin hasıl olmasına sebebiyet veriyorsa, ziyneti bezenmek de ve ziyneti bezemek de ayrı zevklerin hasıl olmasına sebebiyet verir. İlim tacını gayret pırtlantalarıyla bezeyen alim, hem pırlantalara sahip olmaktan, hem onları ihtiva eden tacı bezenmekten, hem de o pırlantalar ile eşsiz tacını bezemekten ayrı ayrı zevk alır.

2.incelik:
* Hem ilmin değeri de, Sonsuz İlim Sahibi Yüce Allah tarafından önüne koyulan hafıza ve gayret duvarıyla bir kademe daha arttırılır. Nasıl ki zor ulaşılabilen bir malın fiyatı yüksek olur, işte gayret ile de ilmin kıymeti ziyadeleşir, fazla olur. Hatta; alalade bir mala dahi zor ulaşıldığında karaborsa pazarı oluşur ve  kıymeti son derece artar, o halde hiç mümkün mü ki insanın ebedi hayatının yegane sermayesi olan ilim için harcanan gayret onun kıymetini arttırmasın? 

3.incelik:
*İlme sahip olmak için harcanan gayret ilim sahibinin değerini daha da arttırır. Zor işlerin işçisi piyasada daha az bulunur ama daha değerlidir, kıymeti işin zorluğuna göre artar. Zor bir işi halleden işçi, alalade bir işi halleden işçiden hem işçiler nazarında hem de patron nazarında daha kıymetlidir. Hele ki patron nazarında bu işçinin yeri farklıdır. Patron ona herkese göstermediği alakayı gösterir, belki herkesin giremeyeceği odasına alır, ona orada izzet ikramda bulunur.  İşte öyle de ilim sahibi değerlidir, kıymetlidir. Hemen bulunmaz, her yerde karşına çıkmaz. İlim herkesin hemen sahip olabileceği bir şey olsaydı ilim sahibinin değeri diğer insanlar nazarında da belki bu denli olmazdı.

4.incelik:
* Hem hiç mümkün müdür ki son derece kıymetli, paha biçilemez bir şey olsun da etrafında hiçbir koruması olmasın. Nasıl ki bir esnaf dükkanını bir kepenk ile, nasıl ki bir tüccar malını bir güvenlik kamerası ile, bir çiftçi bostanını bir çit ile koruyor, öyleyse ilim de unutkanlık duvarlarıyla korunuyor, ki ona layık olmayanların büyük bir kısmı ilim gibi paha biçilemez bir hazineye ulaşamasın.

İnce Bir Nokta
Evet, bir saray düşünün, etrafında hiç duvar yok, içinde işe sayısız hazineler var. Bu saraya dört bir taraftan eşkıya fütursuzca hücum etmez mi? Eşkıyalığını gizleme gereği dahi duymadan palas pandıras hazine dairesine dalmaz mı? O güzelim hazineler hiç de hak etmeyen cahil ve kaba eşkıyaların eline geçmez mi? Elbette geçer. Bu yüzden bir saray duvarsız olmaz. İlim saraylarının duvarları gayret ile örülmüştür. Zaten hiç mümkün müdür ki eşsiz bir saray olsun da eşkiyaların girmemesi için etrafına bir duvar yapılmasın. 

5.incelik:
*İlim için harcanan gayret ilimden alınan zevki arttırır. Evet nasıl ki emeksiz kazandığın bir arabayı kullanmaktansa kendi emeğinle ve alın terinle kazandığın arabaya binmek insana daha fazla keyif verir, işte gayretle öğrenilen, damla damla biriktirilen ilim de insana daha fazla keyif verir. Hatta daha fazla keyif aldıkça kişi ilme daha da fazla gayret gösterir.

6.incelik:
*Harcanan gayret de ayrı bir keyfe dönüşür. Gayret duvarları geçilirken harcanan emek, verilen tatlı mücadele ve çaba saraya girildiğinde hoş bir anıya dönüşür. Sarayda geçmişe ait tebessümle bahsedilecek bir hikaye olur. İnsan o çabayı sarf ederken ki tatlı sıkıntısını unutur, o tatlı sıkıntının tatlılığını hatırlayarak mutlu olur. 


7.incelik:
*Kimin gayret gösterip çalışacağını, kimin ise tembellik edip gaflet çukuruna düşeceğini belli eder. Evet, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Çalışacağım, ya da çalışırdım diyen her kişi çalışmaz, bu yolda gayret her kişinin harcı değildir, er kişinin harcıdır.

8.incelik:
*Gayret duvarları, ilmi dünyası için arzulayanın kederini arttırır. Onu elemli ve ızdıraplı bir meşekkate düçar eder.

9.incelik:
*Gayret duvarları, kazayla yapılacak  herhangi bir saygısızlığı, densizliği, ölçüsüzlüğü, nezaketsizliği,  kabalığı, edepsizliği ve  görgüsüzlüğü önler.

Gayret duvarları geçilirken sarayla ilgili, sarayın adabıyla ilgili malumat da edinilir. Şöyle ki, saraya kapısından girdikten sonra karşılaştığınız insanlarda dışarıdaki insanlardan farklı hal ve hareketler müşahede edersiniz. Bakarsınız ki, gelişigüzel ve başıboş değiller, belli bir edep ve görgü üzerineler. Halleri sıradan, alalade, günlük, her yerde görebileceğiniz haller değil. Seni de etkisine alan ayrı bir endamı ve keyfiyeti olan elit ve seçkin haller. Sarayda dışarıdaki nizamdan farklı, yalnızca içeridekilerce bilinen ve yaşanan hoş bir nizam var. Dikkatini çeken bu nizama sen de uymaya çalışırsın, kendi hallerini bu hallere benzetirsin. Zaten insan tabiatı-fıtratı da bunu gerektirir. Böylece sarayın adabını saray sahibinin huzuruna çıkmadan, onun sofrasına oturmadan ya da onun hazinelerinden hediyelere mazhar olmadan önce öğrenirsin, istemeden de olsa; seni utandıracak ya da saraydan kovulmana yol açacak bir harekette, bir densizlikte ve yol bilmezlikte bulunmazsın.

10.incelik:
*Asıl maksadının ne olması gerektiğini bilmeyen bir şaşkın isen saraya varmadan karşılaşacağın gayret duvarlarını geçerken aklın başına gelebilir, niyetini ve dolayısıyla da akıbetini düzeltme şansın olur. Asıl saraya girene kadar karşılaştığın sanatlı manzaralar, ulvi şahsiyetler seni irşat eder, sana üstad olur.

11.incelik:
*Gayret duvarlarını aşarken candan bir yoldaş, hoş bir arkadaş, sadık bir; belki de bin dost edinebilirsin. Hem bu arkadaş daha candan, daha kıymetli olur. Nasıl ki askerlik meşakkatinde, hayatla yeni tanıştığın dönemlerinde karşılaştığın meşakkatlerde, ya da sayısız diğer dünya meşakkatlerinde güçlüğü birlikte aştığın arkadaşın diğerlerine göre daha candan ve kıymetli oluyor ve hatta belki kardeşlik makamına terfi ediyor, işte bu gayret duvarları da sana böyle dostlar kazandırır. Onlarla kurduğun dostluğun lezzeti daha güzel olur. O yolda birlikte yürümek daha tatlı gelir.

İnce Bir Nokta
Her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. Muhakkak her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. O halde bir duvar kapısız olmaz. Ama kapalı ama açık bir kapısının, bir geçişinin olmadığı duvar yoktur. Sarayın sahibi tarafından davet edilenler, sarayın sahibinin davetçilerinden hoş bir davet alıp davete icabet edenler, saraya layık ziyaretçiler elbette bu kapıda güzel karşılanırlar, elbette hüsnü kabul ile içeri alınırlar. Yeter ki niyetleri tam olsun, akıbetleri de hayır olur.

12.İncelik
*Bir duvar kapısız olmayacağı gibi bir kapı da yolsuz olmaz. Bir kapı varsa bu kapıdan geçen bir yol mutlaka vardır. Aksi halde kapı anlamsız ve manasız olurdu. Hiçbir şeyin, en küçük bir taşın tuğlanın bile anlamsız ve abes olmadığı bu menzilde konulmuş anlamsız ve manasız bir kapının olması ise mümkün değildir. Bir taş bile anlamsız ve boş değil iken taşa göre daha büyük olan kapının anlamsız ve boş olması mümkün değildir.

13.İncelik

*Son derece büyük bir sarayın sadece bir rehberi olmaz, belki bir rehberi azamı olur. O rehberi azam kardeşlerine ve talebelerine ders verir. O rehberi azamın da kardeşleri ve talabeleri gelen geçene rehberlik eder, yol gösterir. Bu kadar yolcusunun durmadan gelip geçtiği, talibinin ve meraklısının bu kadar fazla olduğu bir sarayın da elbette bir değil birçok rehberi olur. Bir değil birçok klavuzu ve haritası olur. Onlardan hangisine uyarsan kapıyı bulursun. O rehberleri tam bir uyum içinde bulursun. Öyle ki birsinin söylediğini diğeri yalanlamaz. Kendilerini görevlendiren O Saltanat Sahibini ve O'nun sarayını ve hazinelerini anlatırlar da anlatırlar.  Hem bunun için ücret de talep etmezler.

14.İncelik
*Böylesine büyük bir sarayın rehberi, senin gibi aciz ve sefil bir yolcunun vereceği ücrete ya da bahşişe tenezzül etmez. Çünkü onu görevlendirenin hazineleri o derece çoktur ve eşsizdir ki, herhangi bir bahşişe ya da ücrete tenezzül etmek, hem ücret verme işi esas kendisine ait olan saray sahibine, hem vazifesinin yüksek makamına, hem de kendi şahsına hakaret olur. Böylesine büyük bir memuriyete mazhar olanın, layık görülüp vazifelendirilenin de böyle bir hataya düşmesini elbette akıl kabul etmez. 


15.İncelik
*Bir yol rehbersiz olmaz. Yolu yaptıran mutlaka yola rehberini, gelen geçenin göreceği tabelalarını, rehberlerini koyar. Yoksa yolun varlığı anlamsız ve beyhude olurdu. Her şeyin bir anlamının olduğu bir yerde bu kadar geniş ve uzun bir yolun anlamsız ve amaçsız olması mümkün değildir.

16.İncelik
*Bir rehber delilsiz ve işaretsiz olmaz. Rehberde, rehberin gerçekten de rehber olduğunun nişaneleri, emareleri ve delilleri gözükür. Onun hal ve hareketleri rehberliğine delildir, Sarayın Ulu Sahibi tarafından kendisine takılan süsler ve armalar onun rehberliğine delildir, rehberin öğrencilerinin şahitlikleri rehberin rehberliğine delildir, rehberin dediklerini yaparak kat ettiğin yol, aldığın mesafe rehberin rehberliğine delildir, rehberin sana gösterdiği ve hatta hiçbir ücret istemeden verdiği haritanın  saraydaki ve sarayın duvarlarındaki eşsiz sanata benzeyen ve bununla örtüşen mükemmelliği ve sanatı rehberin rehberliğine delildir. Ve hatta o klavuzu incelersen sadece onun içinde dahi sınırlı ilminle binlerce delil bulursun.

17.İncelik
*Gerçek bir klavuz seni yarı yolda bırakmaz. Bir klavuz düşün ki senin gibi aciz fakir ve kıymetsiz bir yolcunun eline verilmiş ama buna rağmen son derece kıymetli sanatlarla, inceliklerle, mucizelerle ve olağanüstülüklerle süslenmiş. O halde anlarsın ki bu derecede kıymetli bir klavuz senin gibi nispeten kıymetsiz bir yolcuya veriliyorsa seni son derece kıymetli bir yere götürecek, senin kıymetini ve şerefini son derece arttıracak ve yükseltecek, ve hatta nasıl ki klavuz seni incelikleri ve mucizeleriyle şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyorsa seni yükselteceği ve götüreceği makam da seni öyle şaşırtacak ve kendine hayran bırakacak. Öyle ki kendini seyretmekten zevk alacaksın. Eğer klavuzun seni ulaştıracağı menzil alalade, sıradan ve kolay ulaşılabilecek bir menzil olsaydı, o zaman hiç bu klavuz bu kadar mükemmel ve sanatlı bir klavuz olur muydu?

18.İncelik
*Sarayın sahibi elbette bilinmek ister. Tanınmak ister. Eşsiz ve hayret uyandırıcı sanatını ve eserlerini göstermek tanıtmak ister.

19.İncelik
*Sarayın sahibi bilinince elbette anılmak iste. Hatta bilinmesine layık bir şekilde anılmak ister. Nasıl anılmak istediğini bildirir. Rehberlerin anmasıyla da diğerleri nasıl anacaklarını anlar. 

20.İncelik
*Sarayın sahibi anılınca kendisini ananlarda kendisini müşahede etmek ister, kendisindeki güzellikleri görmek ister. Hem onların hayranlıklarında ve övgülerinde kendisini görmek, hem de onların icraatlarındaki değişimle kendisini ve kendisinin etkisini görmek ister.

21.İncelik
*Sarayın sahibi o eşsiz ve akıl almaz sanatlarını, kendi acizane anlayabilen varsa ona daha yakından göstermek, onu daha da şaşırtmak ister. O geldikçe onun bilgisini arttırır, böylece gördüklerini daha iyi anlar, anladıkça O Yüce Saltanatın Sahibinin büyüklüğünü daha iyi kavrar. Daha iyi kavradıkça onu zikretmesi ve anması daha anlamlı olur, ve elbette daha kıymetli olur, ve daha fazla olur.

22.İncelik
*Sarayın sahibi, sanatından anlayanın çoğalmasını ister. Sanat sahibi, mülk sahibi sanatını görenlerin çoğalmasını ister. Şahadet edenlerin çokluğu her bir şahidin şehadetini daha da anlamlı kılar, daha da kuvvetlendirir. Bu kadar kuvvetli bir saltanat ve bu derece büyük bir sanat elbette kuvvetli bir şehadet, yani kuvvetli bir şahitlik ve tanıklık ister. Bu şahitliğe muhtaç değildir, sanatın değeri şahitleri ile ne artar ne de azalır, ancak ve yalnızca bilinir ve hayran kalınır.

23.İncelik
*Sarayın sahibi kendisine yakışır şekilde ikram etmek ister. Ki büyüklüğü daha iyi anlaşılsın. Şüphesiz bir fakirin ikramı ile bir zenginin ikramı bir olmaz. Zenginin zenginliği ikramında gözükür, anlaşılır. İşte şu kainat sarayının, evvel ve ahir tüm sarayların Rabbi olan Yüce Allah da ikramının çokluğu ve büyüklüğü ile kendi hazinelerinin, kuvvetinin ve kudretinin çokluğunu ve büyüklüğünü gösteriyor.

24.İncelik
*Sarayın sahibi ikram etmek için davet etmek ister. Ki icabet edene daha fazla ikram etsin. 

25.İncelik
*Elbette davetini kendisini temsil eden görevlileriyle yapar. Zaten böyle büyük bir mülkün sahibinin bizzat davet etmesi belki bir davet olmaz, o büyüklük reddedilemeyeceğinden bir zaruret olurdu. Hem böylesine büyük bir mülk bizzat davet etmemeyi, davete görevli memurlar ile daveti gerekli kılar. Hiç mümkün mü ki bir devlet başkanı bir büyükelçiyi başkanlık sarayına çağırmak istediğinde bizzat giderek davet etsin. Elbette bir memurunu, bir yaverini görevlendirir. Huzura çıkma şerefine erenler ise ancak davate hüsnü icabet edenler içinden olabilir.

26.İncelik
*Görevli, görevlendirene işaret eder. Görevlinin kıyafeti, bineği, nişanları, şaşası ve güzellikleri tümüyle onu görevlendirene işaret eder. Onu görevlendirenin güzel vasıfları ilk önce memurunda görülür. Bu görülenler de bu vasıfların asılları gibi olmasa da asıllarının ufak bir kopyası, bir imitasyonu hükmündedir.

27.İncelik
*Görevli elbette bir davetiye verir. Şık bir davet davetiyesiz olmaz. Şık bir baloya ya da toplantıya bile şu ucuz ve fani dünyada davetiye hazırlanmadan tertip edilmez. Evet çok ucuzdur bu dünya, sana ucuz gözükmese de çok ucuzdur. Ucuzluğunu belki şuradan anlayabiliriz: elli sene öncesini düşünsek, uğrunda ne emekler harcanan ne meşakkatlere girilen bir araba elli sene sonra nasıl da değersiz, nasıl da ucuz bir hurda hükmünde oluyor. Evet işte bu dünya da öyle ucuzdur ancak biz değerli zannediyoruz. Böylesine ucuz bir dünya daveti bile davetiyesiz olmuyorsa, kıyası dünya ile mümkün olmayan eşsiz bir davetin elbette bir davetiyesi olacak.

28.İncelik
*Davetiye elbette davet edene işaret eder ve ona layık olur. Nasıl ki bir davetiyenin şıklığı ve kalitesi davetin verileceği yerin şıklığına ve kalitesine işaret ederse işte Kur'an-ı Kerim'in harikalığı, eşsizliği, büyüklüğü ve mucizeleri de bize davet edildiğimiz yerin muhteşemliğini, eşsizliğini, büyüklüğünü ve güzelliğini gösteriyor ve ispat ediyor.

29.İncelik
*Davete icabet etmeyene elbette öfke hasıl olur. Hiç mümkün mü ki; değersiz, aciz, fakir birisi önemli zengin ve kudretli birisi tarafından iyiliğe ve güzelliğe davet edilsin de, icabeti küçük gördüğünde öfke ve celal hasıl olmasın.

30.İncelik
*Davete gelip ikramı görüp yüz çevirene elbette daha fazla öfke hasıl olur. Evet, bunca aczine ve fakrına ve bir de üstüne üstük ikramları görmesine , rehberleri işitmesine, o eşsiz klavuzu müşahade etmesine rağmen davete burun kıvırmış bir şaşkına öfkelenmemek mümkün değildir. Bu sanki gördüklerini örtercesine inkar eder, hakikatı perdelemeye, hakikatın üzerini örtmeye çalışır. Ancak nasıl ki bir güneşin ışığı engellenemezse bir hakikatın nuru da söndürülemez.

31.İncelik
*İkram sahibinin bunca ikramına mazhar olan ama yine de ikram sahibinin büyüklüğünü anlamayıp kendini büyük görene elbette daha da fazla öfke hasıl olur. Evet, bu akılsızların da akılsızı belki rivayeten duyarak, ya da gözleriyle görerek haberdar olanlardan daha da fazla bizzat tadarak ikramı müşahade etmesine rağmen yine de büyüklük taslarsa, işte bu münafıklık da aşağıların en aşağısında olmayı ve en büyük öfke ve gazaba uğramayı hak eder. 

32.İncelik
*Elbette celal ve öfke cezayı gerektirir. Ceza da elbette öfkenin büyüklüğüne göre olur. Öfke de elbette suçun büyüklüğüne göre olur. Suçun büyüklüğünü anlamak istesen, davet edenin zenginliği ve mülkü ile davet edilen ama davete hüsnü icabet edemeyen bedbahtın zenginliği arasındaki farka bakabilirsin.

33.İncelik
*Elbette kusur ve ayıp fidyeyi, kefareti gerektirir. Belki pişmanlık gözyaşlarını, belki de pişmanlık sonrası işlerini ve gayretini bir fidye, bir kefaret hükmüne sokar, ki kendini affettirirsin. Ne de olsa acizsin, fakirsin. Eğer düşünürsen pişmanlık ve tövbe ile fidye ve kefaret en kolayı senin için.

34.İncelik
*Elbette pişman olan ile pişman olmayan bir olmaz. Pişman olup af dileyen ile kibirlenip büyüklenen bir olmaz. Elbette pişman olup af dileyen samimiyetine göre bir şefkat ve merhamet ile karşılaşır. Elbette kibirlenip büyüklenen de aslında sahip olduğu küçüklük ile büyüklenmesi arasındaki fark nispetince öfkeyi ve cezayı hak eder.

35.İncelik
*Elbette kusur sahibi bir aracıya müracaat eder, aracılık ister. Kusurunun affı için kolaylık ister.

36.İncelik
*Elbette aracı herkese aracılık etmez. Reddedilmeyi herkes için göze almaz.

37.İncelik
*Elbette kendisine aracılık edilen her kişi affa uğrayacak diye bir kaide yoktur, uğramaya da bilir. Çünkü hükmün sahibi tektir. Nasıl ki koca sarayı idare eden tektir ve bu gösteriyor ki sahibi de tektir, öyleyse hüküm de sadece O'nundur ve O dilediğini affeder, dilediğini affetmez. 

38.İncelik
*Elbette aracılığı aracılığa en layık olan yapar.

2.10.12

Duanın Ağırlığı


 İnsana faydası olan maddi ve manevi her şey rızktır. Bir âyet-i kerime meali: (Dünya hayatında onların geçimliklerini [maddi, manevi bütün rızklarını] aralarında biz taksim ettik.) [Zuhruf 32]








Duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Allah(c.c.) bilir.


Dua bizim için hiçbir maliyeti olmayan bedava bir hediyedir.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...